The best way to predict the future is to create it!
Yani “Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu, onu yaratmaktır.” diyor Abraham Lincoln.
Şimdi gelin, bu sözün Abraham Lincoln’ün ağzından dökülen bir cümle olduğunu unutalım. Gözlerimizi kapayalım ve sizle bir kelime oyunu oynayalım.
Diyelim ki elimize bir sözlük alıyoruz ve içinden rastgele bir sayfa açıyoruz. Ben, gözlerimi kapayıp bir sözcüğün üzerine parmak basıyorum. Sizden ise kelimenin anlamını okumanızı istiyorum. O da ne? “Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu onu yaratmaktır.” mı diyorsunuz bana? Anlam buysa, peki kelimenin aslı ne? Parmağımı kaldırmadan önce bir tahmin yürütmeye ne dersiniz?
Tahmininizi yaptıysanız, söylüyorum.
Bu yazıda parmak basmak istediğim nokta, evet doğru bildiniz, “İnovasyon”ın ta kendisi.
Gelin, inovasyonla yeni gelecekler yaratmadan önce geçmişe küçük bir yolculuk yapalım. Abraham Lincoln’ün doğduğu toprakları yani Amerika’yı keşfe çıkalım.
1950’lerin sonunda Amerika. Bu kadar yakın bir geçmiş bile uzak gelebilir bize; çamaşır makinelerinin yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı, 1954’te ilk organ nakillerinin yapıldığı, yapay zeka kavramının ilk kez 1956 yılında literatüre girdiği yılların Amerikası.
Dünyanın diğer ucunda ise 4 Ekim 1957’de, ilk yapay uydu olan Sputnik 1’i dünyanın yörüngesine fırlatan Sovyetler.
Bu gün, dünyanın yörüngesine yalnızca uydu değil her anlamda yenilikler katan bir gün olarak geçiyor tarihe. Çünkü bu gün, “dünyaya yön veren gerçek güç”ün nükleer silahların ucunda değil insan beyninin içinde olduğunun fark edildiği gün.
Bu gelişmenin ardından Amerika Savunma Bakanlığı, en güçlü inovasyonların ülkesi olma yolunda ARPA (Advanced Research Projects Agency) isimli teknoloji araştırma merkezi kuruyor ve bu merkez bilgisayar ve internet devriminin bel kemiğini oluşturan yeniliklere ev sahipliği yapıyor. Örnek vermek gerekirse; Pixar’ın kurucusu Edwin Catmull, Adobe kurucusu John Warnock, Netspace kurucusu James Clark burada aldığı eğitimin ve yaptığı araştırmaların ardından devrim niteliğinde işler ortaya koyan isimlerden yalnızca birkaçı.
(Demek ki neymiş, bir ülkenin savunma politikaları savaş üzerine kurulmak zorunda değilmiş.)
50’li yılları çoktan arkamızda bıraktık. Günümüze bakmak gerekirse, WEF(Dünya Ekonomik Forumu)’in hazırladığı Global Rekabet Raporu, 2015 yılının en inovatif ülkelerini gözler önüne seriyor. 80 milyonluk Türkiye’nin 45. sırada yer aldığı bu raporda ilk üç sırayı paylaşan ülkeler sırasıyla; 5 milyonluk nüfusa sahip Finlandiya, 8 milyonluk nüfusa sahip İsviçre ve 8 milyonluk nüfusuyla İsrail. Rakamlar bir kez daha gösteriyor ki Türkiye’de sanılanın aksine inovasyon, maalesef ki nüfusla paralel ilerlemiyor. 3 çocuk politikalarıyla bırakın ilk 3’te yer almayı, yüzde 33’e giremiyoruz bile.
Geçtiğimiz günlerde, dünyanın en inovatif 3. ülkesi olan İsrail’in başkenti Tel Aviv’de Girişimcilik Vakfı Fellow’ları olarak DLD Tel Aviv İnovasyon Konferansı’na katıldık. Konferanstaki gözlemlerimiz ve deneyimlerimiz bize bir kez daha gösterdi ki; yalnızca ekonomik büyümenin değil, inovasyonu kullanarak dünyaya yön ve geleceğe şekil vermenin yolu “Act local, think global!” felsefesinden geçiyor.
“Thinking globally”, yani global çapta düşünme ise, kendimizden farklı olana düşman değil dost gözüyle bakmak, onların fikir ve tecrübelerine güvenip sahiplenmek ile mümkün. 2014 İnsani Kalkınma Endeksi’ne göre 100 kişiden sadece 8’inin diğer insanları güvenilir bulduğu Türkiye’de, “insan” olarak farklılıklarımıza güven duymanın ne kadar önemli ve değerli olduğunu tekrar vurgulamakta fayda var.
En başa, yani kelime oyunumuza dönecek olursak; “inovasyon”, geleceği yaratma yolunda farklılıkları keşfetmek, onlara güvenmek ve cesurca su yüzüne çıkarmak demek, değil mi zaten? Ne dersiniz?
(ps: WEF İnovasyon sıralamasında 1. olan Finlandiya’nın ve 3. olan İsrail’in vizeleri pasaportumda ardı ardına sıralanmış durumda. Yoksa inovasyon yolunda, 5. konumdaki Amerika mı göz kırpıyor bana? 😉 Why not? )
Leave a Reply