Mutluluğun Resmini Çizdik: Bir Danimarka Güncesi


Dünya Mutluluk Raporu’na göre 2016’nın en mutlu seçilen ülkesindeydik geçtiğimiz hafta. Yani Danimarka’da. Aynı sene Türkiye’nin 78. sırada olduğunu düşündüğümüzde, Danimarka’da geçirdiğimiz 4 günde bile ne kadar mutlu olduğumuz gerçeği, Türkiye’ye adım attığımız anda sinirlenme katsayımızın 100 katına çıkması ile yüzümüze soğuk bir su gibi çarptı.

Yüzümüzde gülücükler yükseliyordu, kuzeye giderken 🙂

Peki niye Danimarka’da bu kadar mutluyduk? Diğer deyişle, Türkiye’ye döndüğümüzden beri neden her şeye daha fazla sinirlenir olduk? Haydi, konuyu biraz daha detaylandıralım…

Tarih 10 Haziran, saat 13 suları. Uçaktan iniyoruz, daha havaalanındayken bile huzuru soluduğumuzu hissediyoruz. Yerler parkeden yapılmış, valizlerin tekerlek sesleri kulakları tırmalamıyor. Pasaport kontrolünde bile güler yüzlü polisler görmenin şaşkınlığını arkamızda bırakarak kalacağımız eve doğru yol alıyoruz. Başkalarının itiş kakışları altında ezilmemize, insanların üzerlerinden valizleri uçurmamıza gerek kalmadan sakince otobüsteki yerlerimizi alıyoruz.

 

İnsan demişken… İnsanı çok güzel! Öyle lafta değil ha. Gerçekten güzel. Yüzüyle, fiziğiyle, huyuyla suyuyla, tutumuyla, saygısıyla, sevgisiyle güzel. Bir bakışıyla bile insanı gün boyu mutlu eden türden güzel. Kalabalıklarından, gözlerinden, bakışlarından hunharca kaçtığımız şehirlerden sonra buradaki insanların varlığı bile mutluluk sebebi.

İnsanının yarısından çoğu kadın. Kraliyet ailesinde bile söz sahibi, kral değil kraliçe. Şehrin dokusunun güzelliğini, huzur veren sükunetini, tek tek işlenmişçesine dokunmuş düzenini, estetiğini, sokaklarda rahatlıkla gezme özgürlüğünü, anne karnında yaşarmışçasına insanın kendisine ve çevresine duyduğu güveni düşününce, insan bir kez daha anlıyor ki; toplumların medeniyeti kadına “verilen” önemden değil kadının kendi elleriyle kendi önemini sahiplenmesinden geçiyor. Ve bir kez daha üzülerek görüyorum ki, erkek egemen bir toplum olarak Türkiye’de medeniyetin çok uzağında yaşıyoruz. Bizim geriye kalan ömrümüzde şahit olamayacağımız kadar çok uzağında…

Görsel: Business Insider

Kadın erkek demişken; toplumsal hayatın göstergesi giyim kuşamdan da bahsetmek gerek. “Herkesin hayatına kimse karışamaz.” anlayışı giyimlerine de yansıyor. Dikkat çeken aksesuarları ise bileklerindeki saatler. Parmağındaki yüzükler, kolundaki bilezikler değil. Çünkü çocuğu olan bir çift bile, cinsel hayatını kağıt üzerinde imzayla resmiyete dökmeye gerek duymuyor. Evlilikler, belediyede değil kilisede gerçekleşiyor ve bir anlamda dini temsil ettiği için evlenmeyi tercih etmiyorlar. Danimarka’da evlilik, yalnızca mal paylaşımının sınırlarının belirlenmesinden ibaret. Yüzükler de o noktada takılıyor parmaklara. Bu demek değil ki aile ve ahlak yapısı bozulmuş bir toplum söz konusu. Öyle olsa, dünyanın en mutlu toplumu olmak mümkün olur muydu? Ailenin toplumun çekirdeği olduğunu düşündüğümüzde, bu sorunun yanıtı tabii ki “hayır”. Öyleyse; kendi aile yapılarımızı, evliliğe bakış açılarımızı, gerdek gecesi kavramımızı, gelinliğe bağlanan bekaret simgesi kırmızı kuşaklarımızı, iki kişinin cinsel hayatının başlangıcını cümbür cemaat çılgınca kutlamamızı, mutsuz evliliklere rağmen toplum baskısıyla ayrılamayan çiftlerimizi, bu ailelerde yetişen mutsuz evlatlarımızı, bastırılmışlıkları ve bu bastırılmışlıklar sonrası gazetelerin 3. sayfasını bırak ansiklopedilere bile sığmayacak kadar çok yaşanan taciz ve tecavüz vakalarımızı tekrardan gözden geçirip özeleştiri yapmanın vakti sizce de artık gelmedi mi?

Konu evliliğe gelmişken, bekarlığa veda kutlamalarından bahsetmeden olmaz. Beerbike isimli bi araçla hep birlikte bisiklet sürüp, biralarını yudumluyor, dans ediyorlar. Bu insanlar eğlenmeyi ve mutlu olmayı gerçekten iyi biliyorlar 🙂

 

Evliliği bir kenara koyup, evlerine gelecek olursak; bahçeli evler, mesken olmuş tarihi yapılar, senelere karşı koyan güzellikte binalar dikkatimizi çeken noktalardan… Tek bir gecekondu bile yok aralarında. “Gecekondu yok mu?” dediğimizde “Gecekondu mu?” diyip gülümsüyorlar. Pek çoğumuzun güneş bile almayan göz içi kadar eve kazancının büyük kısmını gömdüğünü düşündüğümüzde, buradaki refah düzeyini bir kez daha anlamış oluyoruz. Evlere derin bir sadelik ve mütevazilik hakim. Rüyalarını kurduğumuz hayatlar, hayalini bile kurmaktan korktuğumuz güzellikteki yaşamlar orada herkesin normali olmuş durumda.

Airbnb’den bulduğumuz ev

Dikkat çeken bir diğer nokta ise bisiklet. Kadını erkeği, genci yaşlısı, herkes, ama herkes için temel ulaşım aracı bisiklet. Hem de şortlarla, elbiselerle, eteklerle, topuklu ayakkabılarla, karda kışta kullanılabilen bisikletler. Bisiklet yolu, araç yolu ve yaya yolu birbirinden ayrılmış; yolların arasında yükseklik farkı bile yok. Çünkü ne bir bisikletli kamyon altında ezilir miyim korkusu taşıyor, ne de bir yaya bisiklet gidonunun sebepsizce kendi üzerine çevrileceğini düşünüyor. Herkes kendi yolunu bulmuş, emin adımlarla geleceğine doğru yol alıyor.

Her şey kusursuz bir düzen içinde. Örneğin bir bisikletli, sağa dönecekse o yöne eliyle sinyal veriyor. Hiçkimse cep telefonu elinde, başı öne eğik, bakışları kendi ayağının ucunda yürümüyor. Herkes dimdik, herkes kendinden emin. Herbirinin kolunda zamanın göstergesi olarak kol saatleri. Ne bir trafik belirtisi, ne de bir korna sesi.

Böyle kusursuz işleyen bir düzende bir yere geç kalma gibi bir lüksünüz tabii ki yok. Geç kalarak başkalarının ömründen ömür çalma lüksünüz de…

Diğer taraftan, düzendeki bir düzensizlikse her şeyin aksaması demek. Örneğin 2 dakika geciken bir tren sizin tüm planlarınızı alt üst edebilir. Durum böyle olunca; bir gecikme sistem kaynaklıysa büyük bir hoşgörüye, sizden kaynaklıysa “Bizimla deyılsın!” bakışlarına hazırlıklı olmak gerek… Ee, haklılar en nihayetinde…

Böyle bir düzen içinde kimsenin bir yere yetişme telaşı da yok. Yetişmesi gerekmediği için değil; yetişmesi gereken yere yetişmesi gereken vakitte yetişeceğini bildiği için. Örneğin arkadaşımız Olgu ile buluşacağımız gün bize 17.23’te tren istasyonunda olacağını söylüyor. İnanabiliyor musunuz? On, yedi, yirmi, üç! Keza, bir dakika bile gecikmeden yanımızda…

Olgu ve Josefine. Danimarka’da geçirdiğimiz kısacık bir zamandan geriye kalan en değerli dostlar.

Olgu, Hande’nin Edirne’den arkadaşı. Anlayacağınız “epimiz emşeriyiz bea”. Keza, bizim de Olgu ile Edirne’de niye tanışamadığımız büyük muamma 🙂 Aynı dersane, aynı mahalle derken paylaşacak o kadar çok ortak noktamız çıkıyor ki, muhabbet ederken saatin nasıl su gibi akıp geçtiğini anlamıyoruz bile.

Josy, Olgu’nun kız arkadaşı. Dünyalar tatlısı bir insan. Danimarka’da doğup büyümüş, bir dönem Türkiye’de yaşamış. Bizden 2 yaş küçük olmasına rağmen hayatına Danca, Norveççe, İsveççe, İngilizce, Fransızca ve Türkçe olmak üzere çok sayıda dil sığdırmış. Yalnızca dil de değil, pek çok ülkeyi görme, sayısız deneyim yaşama fırsatı yakalamış.

Biz de hazır Josy ve Olgu’yu yakalamışken, Danimarka’da yaşamaya dair sorularımızı eksik etmiyoruz ve onlar da büyük bir içtenlikle hepsini yanıtlıyorlar 🙂

Görsel: Huffington Post

Danimarka’da yaşamı en başından anlamak için bir bebeğin doğduğu güne gitmek gerek. Anne 18 ay, baba ise 3 ay doğum izni alıp çocuklarını birlikte büyütebiliyorlar.

Sonrasında ise, 2 yaşından itibaren kreşlerde eğitim başlıyor. Bu sayede küçük yaşlardan itibaren pedagojik çalışmalara uygun şekilde büyütülen, asosyallik sorunu yaşamayan, iletişimi kuvvetli, özgüveni yüksek, özgür ve kendini tanıyabilen nesiller yetişiyor.

Görsel: Medicarrera

Kreş sonrasında 10 sene ilkokul, 3 sene de lise eğitimi görüp mezun oluyorlar. Sonrası mı? Sonrası 2 yıl tatil. İlkokulla lise ve liseyle üniversite arasında kendilerine bu zamanı verebiliyorlar. Öyle boş boş vakit geçirmek de değil amaç. Bu sürede kendilerini tanısınlar, gezsinler, görsünler, keşfetsinler, ne istediklerini bilsinler ve geleceklerini bu doğrultuda şekillendirsinler diye her bir Danimarka gencinin tam tamına 2 senesi var.

Sonrası 3 senelik bachelor ve 2 senelik candidate eğitimi. Öğrenciyseniz ve haftada 10 saat çalışıyorsanız 3000 TL’ye yakın eğitime teşvik bursunuz ve 10 saatlik çalışma sırasında aldığınız saatlik 100-150 TL maaşınız da cabası.

Görsel: Study in Denmark

Haftalık çalışma saati maksimum 37 saat. Yani ortalama olarak, 8’de başladığınız mesaiden 14’de ayrılabiliyorsunuz. Asgari ücret, saatlik 110 Danimarka kronu yani 55 TL. Maaşınızdan kesilen vergi ise %36-%50 aralığında. Az kazanıyorsanız daha az, fazla kazanıyorsanız daha fazla vergi ödüyorsunuz. Evet, bu oran yüksek bir oran olarak görünebilir. Ancak Türkiye’de çalışanın cebine geçen net ücretin 1.7 katının çalışanın işverene maliyeti olduğunu düşündüğümüzde, ülkemizde de hak ettiğimiz asıl ücretin %58’inin “havaya uçtuğunu” görmekteyiz.

Peki ya %36’lık verginin karşılığı ne? Tabii ki; her yıl döşenip tekrar bozulan asfaltlar, kurulup tekrar yıkılan köprüler, seçim zamanları dağıtılan makarna ve kömürler değil… Verdiğiniz vergi; kusursuz bir düzen, ücretsiz sağlık ve eğitim imkanı, yüksek refah düzeyi olarak size geri dönüyor. Örneğin işsiz mi kaldınız? Sorun değil. Siz hayatınızı yeniden şekillendirene kadar, devlet size 3500-4000 TL işsizlik maaşı veriyor. Kışın 20+ saat süren karanlık gecelerden dolayı kendinizi mutsuz mu hissediyorsunuz? Devletin güneşli ülkelere tatile gitmeniz ve kendinizi mutlu etmeniz için verdiği “güneş parası” bile var.

Anlayacağınız üzere, “gelir eşitsizliği” kavramı, tarihin tozlu raflarında yok olmaya çoktan yüz tutmuş. Herkes orta düzey gelire sahip, herkes görgü sahibi, “Gıroyum emme para bende!” anlayışından uzak, değeri parada değil insanda arayan insanlar. Bu değeri de yalnızca Dan’lara veya Avrupa halklarına verdiklerini de düşünmeyin. Önemli olan soyun, ırkın, etnik kökenin değil, ne kadar “insan” olabildiğin. Kısacası ne mutlu Danimarka’da yaşayabilene…

Danimarka’nın temel gelir kaynağı, rüzgar enerjisi. Ülke gelirinin ve enerjisinin büyük bir çoğunluğu, kıyılarda yer alan rüzgar gülleri aracılığıyla elde ediliyor.

Gelir düzeyi iyi olunca, haliyle günlük yaşam da Türkiye’ye oranla pahalı. Örneğin bir Danimarka restoranında yemek yemek için 150 TL’yi, bir söküğünüzü diktirmek için 50 TL’yi gözden çıkarmanız gerekebilir. Ancak market fiyatları Türkiye düzeyinde. Her şey taze, her şey lezzetli, her şey günlük. Pastörize edilmemiş, günlük olmayan tek bir süt bile yok. Keza, somon balığı gibi lezzetli et ürünlerinin herkes için ulaşılabilir ve uygun fiyatlı oluşu da cabası.

Genellemek gerekirse; insan emeği gerektiren hizmetler (restoran, diş hekimliği, terzilik gibi) pahalıyken, seri üretimle son kullanıcıya ulaşan ürün fiyatları (hızlı tüketim ürünleri gibi) Türkiye düzeyinde.

Bunun yanısıra aldığınız her şey garantili. Telefonunuz mu bozuldu, tamir edilene kadar bir yenisi elinizde. Montunuzun bir ipi mi söküldü, 2 yıl içinde ücretsiz tamir veya iade. Yani, tüm mal varlığınız uzun seneler boyunca güvence altında.

Yemek kültürleri, çok gelişmiş değil. Hatta, ilginç bir şekilde, erikten bile haberdar değiller çünkü böyle bir meyveleri yok 🙂 Kendilerine özgü iki yemekleri var. Birincisi, bir dilimiyle bütün günü geçirmenize yetecek kadar doyurucu ve sağlıklı Danimarka ekmeği (Rugbrød).

Danimarka ekmeği

Diğeri ise Remoulade isimli sosları. Remoulade’i deneyemesek de, Danimarka ekmeğinin lezzeti damağımdan gitmesin diye, halen buzdolabında duran ekmeğin içindeki çekirdekleri tek tek yediğim doğrudur 🙂

Remoulade

 

“Yediğini içtiğini bırak, bize gezdiğin gördüğün yerleri anlat” diyorsanız, biraz da onlardan bahsedelim. İlk gördüğümüz yer Kopenhag Belediye Binası ve Tren İstasyonu. İlk gezdiğimiz yer ise Christiansborg Palace. Başlangıç için çok doğru bir tercih çünkü içinde yer alan kuleye çıkarak Kopenhag’ı kuş bakışı görme ve aklınızda şehrin haritasını çıkarma fırsatı yakalıyorsunuz. Hatta, tabir-i caizse Beşiktaş-Üsküdar mesafesinde yer alan İsveç’in Malmø şehri ve Kopenhag ile Malmø’yü birbirine bağlayan Øresund Köprüsü de görüş açınızda.

 

Christiansborg Palace

 

Kuleden indiğinizde ise ilginç mimarisi ile borsa binası dikkatinizi çekiyor.

Kuşbakışı Kopenhag. Sağdaki yeşil bina Borsa binası, karşı kıyılar Malmø (İsveç)

 

Yürüyerek şehrin simgesine yani Nyhavn‘a doğru yol alıyoruz. Ny new (yeni), Havn ise harbor (liman) demek. Nyhavn, yani yeni liman. Kulaklarımda çalan şarkı ise “Artık demir almak günü geldiyse İstanbul’dan, Nyhavn’a giden bir gemi kalkar bu limandan…”

Nyhavn

Sadece şehrin simgesi değil, tüm renkleriyle, sokak sanatçılarıyla, ellerine telefonu bir kez olsun almadan birbirinin yüzüne bakıp saatlerce muhabbet eden sakin insanlarıyla en keyifli saatlerimizin simgesi Nyhavn.

 

Nyhavn’da keyifli saatler 🙂

Nyhavn’dan sonra ikinci günkü duraklarımız National Museum, Amaliensborg, Frederik’s Church, Kastellet ve Little Mermaid. Son günkü durağımız Freetown Christiania, Church of Our Saviour ve Tivoli Gardens. Bu 4 güne sığdıramadığımız yerler ise; Carlsberg Müzesi, Kanal Turu ve Legoland. Copenhagen Card’ınız varsa bu yerlerin hepsine sınırsız giriş ve sınırsız ulaşım hakkı elde edebiliyorsunuz. Copenhagen Card’ın fiyatı ise 72 saat için 659 DDK, yani 330 TL.

Tivoli Bahçeleri Kopenhag’ın en ünlü eğlence merkezi olmakla birlikte ününün biraz abartıldığı izlenimini uyandırıyor bizde. Freetown Christiania ise bu denli özgür bir şehrin en özgür sokağı. Burası zamanında kendi özgürlüğünü ilan eden insanların yaşadığı, polislerin denetlemeyi tercih etmediği bir yer. İki şey yasak. Birincisi fotoğraf çekmek. Yani “What happens in Christiania stays in Christiania”. Bir diğeri ise koşmak, ki insanlar bir tehlike olduğunu düşünüp tedirgin olmasın.

 

 

Tehlike demişken, ülkenin içinde ve dışında ne bir tehlike ne de bir savunma gerektirecek bir durum söz konusu. Durum böyle olunca askerlik de zorunlu bir hizmet değil. Ordusu, güvenli bir ülkeye yetecek kadar küçük.

 

 

Küçük ordusuna rağmen güvende hissettiğiniz sokaklarda dolanırken karşınıza çıkan sokak sanatçılarıysa, insanın keyfine keyif katan bir diğer sebep.

 

 

Özetle; özgürlüğüyle, güvenliğiyle, şehriyle, dokusuyla, insanıyla, insana verilen değeriyle hayallerin gerçeğe dönüştüğü bir yer Kopenhag.

Ülkenin tüm güzelliklerinden bahsettik. Peki ya, Danimarka’da her şey bu kadar mükemmel mi? Tabii ki değil. Onların da sorunları var. Birincisi kışın doğmak bilmeyen güneş, yazın bitmek bilmeyen gündüz. Örneğin haziran ayında saat 23.00’de hava kararırken, 03.00’de aydınlanıyor. Havanın aydınlanmasını, güneşin doğması şeklinde de düşünmemek gerek. Gün doğmadan, göğün rengi siyahtan maviye dönüyor yavaş yavaş.

Nyhavn’da 10 Haziran tarihinde saat 22.05 suları

İkinci sorun ise, kış mevsiminde iliklerinize kadar işleyen soğuklar. Aslına bakarsanız, soğuğa da bir çözümleri mevcut. Diyorlar ki; “Soğuk hava yoktur, uygun olmayan kıyafet vardır.”

Yani anlayacağınız, insan eliyle çözülebilecek tüm sorunlara çözümler çoktan üretilmiş. Varsın, kışın da güneş doğmasın…

Durum böyleyken, bedenimiz Türkiye’ye dönse bile ruhumuz Danimarka’da kalıyor ve bu yazı da geleceğe yönelik güzel dileklerimiz için bir vesile oluyor. Öyleyse, hep bir ağızdan söylüyoruz:

Næste stop: København!

Topics:

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.